5 Şubat 2014 Çarşamba

KENTİMİZİN KİMLİĞİ ve ÖNCE YAYA UYGULAMALARI


Kentler, yaşayan organizmalardır ve tıpkı insanlar gibi kentlerin de kendine özgü kimlikleri vardır.  Bir kentin kimliğini, o kentin coğrafi konumu, doğal ve tarihi dokusu, mimari yapısı yanında, kentlinin ekonomik ve sosyal durumu, kültürel yaşayış biçimi gibi birçok konudaki özgünlüğü oluşturur.

Büyük kentler uzun zaman dilimleri içinde oluşur; ilk yerleşiminden beri geçirdikleri evrelerin karmaşık denklemleri o kente özgü bir takım değerlerin gelişmesini sağlar. Dolayısıyla kent kimlikleri de yüzlerce yıllık uzun sürelerde bir birikim ve gelişim sonunda kazanılır ve ortaya çıkar.

Bu açıdan baktığımızda, salt bir nüfus birikmesini kent olarak tanımlayamayacağımız gerçeğiyle karşılaşırız. “Kentleşme”, belirli mekânda bir nüfus yoğunlaşması beraberinde, fizikî, sosyal ve kültürel birçok alanda değişim sürecini de beraberinde getirir ve sonuçta, “kentlilik” diye tanımladığımız bir yaşam biçimini oluşturur. Kentlerde sosyal yaşam önem kazanır. İnsanlar arasında daha fazla farklılaşma ve etkileşim ortaya çıkar. Kaynaklar daha yoğun olarak ortak kullanılmaya başlar. Böylece kent ortamı, ona özgü bir zekânın ve davranış biçiminin gelişimini de zorunlu kılar.

İşte bütün bu süreçlerin sonucunda, insanların yaşadıkları kentlerle güçlü fiziksel ve ruhsal bağları oluşur. Zaten bir kenti kent yapan da, kentin yaşayanlarının, o kent ile ve kentin mekânlarıyla kurdukları gönül bağı ve aidiyet duygusudur.

Kentlerin bilinen meydanları, kente özel bir anlam kazandıran, kentin kimliğini sembolize eden alanlardır. Tıpkı İstanbul’da Sultanahmet ve Taksim gibi, bu meydanlar kentin ve kentlinin kendini ifade bulduğu mekânlardır. Kentin yaşayanları bu mekânlarda o kentin derin kültürünü ve ruhunu solurlar; o kentli oluşlarını hissederler. Ve kentleriyle iftihar ederler. Özellikle doğal ve tarihi dokularının korunduğu yerlerde Antalya’ya, İstanbul'a ve Avrupa'nın önde gelen diğer kentlerine insanları hayran bırakan şey, bu kentlerin belleğinden akıp gelen, cadde ve sokaklarına, meydanlarına, mekânlarına, hatta taşlarına sinmiş işte bu ruhtur.

Kentlerdeki tarihi kalıntılar, bunların sergilendiği müzeler ve benzeri mekânlar, kentin belleğidir, geçmişin mirasını gözler önüne sererek kentlilere tarih ve kimlik bilincini aşılar.

Kentlerin havasını soluduğumuz, kentte hayatın akışını gözlemlediğimiz en canlı, en renkli ortak yaşam mekânlarından biri de kentin sokak ve caddeleridir. Kaynakların ortaklaşa kullanıldığı, özgürlüğün ortaklaşa yaşandığı mekânlardır caddeler. Kente gelenlerin kente ilk temasları ve kentlilik serüveni de genellikle caddelerde başlar. Kentin ve kentlinin kimliği caddelerde görünür olur, oradan sokaklara ve nihayet evlere, ofislere, açık ve kapalı diğer mekânlara akar.

Bütün bu ilişkiler, kentlerin bir bakıma, kentlilerin kimliği ile bütünleşmesini sağlar. Bu nedenledir ki, tanımak istediğimiz kişilere genellikle "nerelisin?" diye sorarak onun kenti dediğimiz olgudan, kimliğini algılamaya çalışır ve hatta bir nebze çözeriz.


Antalya’nın caddelerinde başlattığımız ve “Önce Yaya” sloganıyla tüm Ülkemize yayılmasını arzu ettiğimiz çokuluslu AB projemize sözü getirmeden önce “kent kimliği” konusuyla bu şekilde bir giriş yapmanın uygun olacağını düşündüm. Zira yaşadığımız olayların veya yaptığımız çalışmaların kent kimliğiyle ilgili yanına dokunan bilimsel değerlendirme ve analizlere genelde pek rastlamadığımızı görüyoruz. Oysa kent yaşamının sıkça gözden kaçırılan çok önemli böyle bir yanı da var.

Kentlilik, hak ve hukuku gözeterek ortak kaynakları paylaşmayı ve birbirlerine fayda üreterek yaşamayı gerektirir. Empati, anlayış ve düşüncelilik, bu yola ışık tutan en temel değerlerdir. Basit bir örnekle bunu somutlaştıracak olursak; kent dışında, kırsalda, istediğiniz bir yerde uzun süre dahi durduğunuzda kimseye bir zararınız olmazken, kent içinde insan trafiğinin olduğu bir kaldırımda bir süre durduğunuzda, aynı alanı kullanması gereken diğer insanların geçişine engel teşkil etmiş olursunuz. Dolayısıyla, tüm bu değindiğim bilgiler doğrultusunda baktığımızda, kentleşme ve kentlileşmenin bir kültür değişimini ifade ettiği ve insan davranışlarında değişime yol açtığı sonucunu çıkarabiliriz!

Kentlilik bilinci, daha derin kentlilik kültürüne sahip olanları takip ederek kazanılır.  Kent kültürüne sahip olanlar ve dahi kentin yaşayanları kentin kimliğini bilirler ve kente dokunurken ne yaptıklarının farkındadırlar. O yüzden, özgün kimliğini kaybedecek şekilde kente dokunursanız kentlinin canı yanar; buna karşılık kentin özgün kimliğini güzelleştirdiğinizde veya hizmetin kalitesini arttırdığınızda da kentli hoşnut olur! Bu bakımdan zamanı gelmiş örnek ve öncü uygulamalar, kentlilik bilincinin güçlenmesinde önemli bir değere sahiptir. Avrupa’nın birçok kentinde artık bir kültür haline gelmiş bulunan yaya öncelikli kent uygulamaları gibi sosyal ve kültürel yaşamda gelişmişlik seviyemizi arttıracak örnek çalışmalara, tüm kentlerimizde ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bu bağlamda #önceyaya projemizle özellikle altını çizdiğimiz “ışıksız yaya geçitlerinde ilk geçiş hakkının yayalara tanınması ve yayaların da güvenli geçiş alanları olarak yaya geçitlerini benimsemesi”, kentlilik kültürümüzün güçlenmesinde büyük öneme sahiptir.

Araçlar yerine insana saygıyı öne alan #önceyaya uygulamaları, kentlerimizde hayatın akışını en yakından gözlemlediğimiz caddelerimizde yeterince görünür olursa, “insana ve kurallara saygı” unsurunun oradan sokaklara ve nihayet ofislerimize, evlerimize, diğer mekânlara ve yaşantımızın her alanına aktığını göreceğiz. Böylece caddelerimizin ve kentlerimizin, birbirimize “saygı” duymanın güzelliğinin yaşandığı güven ve dayanışma ortamlarına dönüşmesi hızlanacaktır.


Burada hepimize görev düşüyor.


Baki Karaçay



0 yorum:

Yorum Gönder