Kentler, yaşayan organizmalardır ve tıpkı insanlar gibi kentlerin
de kendine özgü kimlikleri vardır. Bir kentin kimliğini, o kentin coğrafi konumu, doğal ve
tarihi dokusu, mimari yapısı yanında, kentlinin ekonomik ve sosyal durumu, kültürel
yaşayış biçimi gibi birçok konudaki özgünlüğü oluşturur.
Büyük kentler uzun zaman dilimleri içinde oluşur; ilk
yerleşiminden beri geçirdikleri evrelerin karmaşık denklemleri o kente özgü bir
takım değerlerin gelişmesini sağlar. Dolayısıyla kent
kimlikleri de yüzlerce yıllık uzun sürelerde bir birikim ve gelişim sonunda
kazanılır ve ortaya çıkar.
Bu açıdan baktığımızda, salt bir nüfus
birikmesini kent olarak tanımlayamayacağımız gerçeğiyle karşılaşırız. “Kentleşme”,
belirli mekânda bir nüfus yoğunlaşması beraberinde, fizikî, sosyal ve kültürel birçok
alanda değişim sürecini de beraberinde getirir ve sonuçta, “kentlilik” diye
tanımladığımız bir yaşam biçimini oluşturur. Kentlerde sosyal yaşam önem
kazanır. İnsanlar arasında daha fazla farklılaşma ve etkileşim ortaya çıkar.
Kaynaklar daha yoğun olarak ortak kullanılmaya başlar. Böylece kent ortamı, ona
özgü bir zekânın ve davranış biçiminin gelişimini de zorunlu kılar.
İşte bütün bu süreçlerin sonucunda, insanların
yaşadıkları kentlerle güçlü fiziksel ve ruhsal bağları oluşur. Zaten bir kenti
kent yapan da, kentin yaşayanlarının, o kent ile ve kentin mekânlarıyla kurdukları
gönül bağı ve aidiyet duygusudur.
Kentlerin bilinen meydanları, kente özel bir anlam
kazandıran, kentin kimliğini sembolize eden alanlardır. Tıpkı
İstanbul’da Sultanahmet ve Taksim gibi, bu meydanlar kentin ve kentlinin
kendini ifade bulduğu mekânlardır. Kentin
yaşayanları bu mekânlarda o kentin derin kültürünü ve ruhunu solurlar; o kentli
oluşlarını hissederler. Ve kentleriyle iftihar ederler. Özellikle doğal ve
tarihi dokularının korunduğu yerlerde Antalya’ya, İstanbul'a ve Avrupa'nın önde
gelen diğer kentlerine insanları hayran bırakan şey, bu kentlerin belleğinden
akıp gelen, cadde ve sokaklarına, meydanlarına, mekânlarına, hatta taşlarına
sinmiş işte bu ruhtur.
Kentlerdeki tarihi kalıntılar, bunların
sergilendiği müzeler ve benzeri mekânlar, kentin belleğidir, geçmişin mirasını
gözler önüne sererek kentlilere tarih ve kimlik bilincini aşılar.
Kentlerin havasını soluduğumuz, kentte hayatın akışını gözlemlediğimiz en
canlı, en renkli ortak yaşam mekânlarından biri de kentin sokak ve caddeleridir.
Kaynakların ortaklaşa kullanıldığı, özgürlüğün ortaklaşa yaşandığı mekânlardır
caddeler. Kente gelenlerin kente ilk temasları ve kentlilik serüveni de genellikle
caddelerde başlar. Kentin ve kentlinin kimliği caddelerde görünür olur, oradan
sokaklara ve nihayet evlere, ofislere, açık ve kapalı diğer mekânlara akar.
Bütün bu ilişkiler, kentlerin bir bakıma,
kentlilerin kimliği ile bütünleşmesini sağlar. Bu nedenledir ki, tanımak
istediğimiz kişilere genellikle "nerelisin?" diye sorarak onun kenti
dediğimiz olgudan, kimliğini algılamaya çalışır ve hatta bir nebze çözeriz.
Antalya’nın caddelerinde başlattığımız ve “Önce Yaya” sloganıyla
tüm Ülkemize yayılmasını arzu ettiğimiz çokuluslu AB projemize sözü getirmeden
önce “kent kimliği” konusuyla bu şekilde bir giriş yapmanın uygun olacağını
düşündüm. Zira yaşadığımız olayların veya yaptığımız çalışmaların kent
kimliğiyle ilgili yanına dokunan bilimsel değerlendirme ve analizlere genelde
pek rastlamadığımızı görüyoruz. Oysa kent yaşamının sıkça gözden kaçırılan çok
önemli böyle bir yanı da var.
Kentlilik, hak ve hukuku gözeterek ortak kaynakları paylaşmayı ve
birbirlerine fayda üreterek yaşamayı gerektirir. Empati, anlayış ve
düşüncelilik, bu yola ışık tutan en temel değerlerdir. Basit bir örnekle bunu
somutlaştıracak olursak; kent dışında, kırsalda, istediğiniz bir yerde uzun
süre dahi durduğunuzda kimseye bir zararınız olmazken, kent içinde insan
trafiğinin olduğu bir kaldırımda bir süre durduğunuzda, aynı alanı kullanması
gereken diğer insanların geçişine engel teşkil etmiş olursunuz. Dolayısıyla, tüm
bu değindiğim bilgiler doğrultusunda baktığımızda, kentleşme ve kentlileşmenin
bir kültür değişimini ifade ettiği ve insan davranışlarında değişime yol açtığı
sonucunu çıkarabiliriz!
Kentlilik bilinci, daha derin kentlilik kültürüne sahip olanları
takip ederek kazanılır. Kent kültürüne
sahip olanlar ve dahi kentin yaşayanları kentin kimliğini bilirler ve kente
dokunurken ne yaptıklarının farkındadırlar. O yüzden, özgün kimliğini
kaybedecek şekilde kente dokunursanız kentlinin canı yanar; buna karşılık kentin
özgün kimliğini güzelleştirdiğinizde veya hizmetin kalitesini arttırdığınızda
da kentli hoşnut olur! Bu bakımdan zamanı gelmiş örnek ve öncü uygulamalar,
kentlilik bilincinin güçlenmesinde önemli bir değere sahiptir. Avrupa’nın
birçok kentinde artık bir kültür haline gelmiş bulunan yaya öncelikli kent
uygulamaları gibi sosyal ve kültürel yaşamda gelişmişlik seviyemizi arttıracak
örnek çalışmalara, tüm kentlerimizde ihtiyaç duyulduğu açıktır. Bu bağlamda #önceyaya
projemizle özellikle altını çizdiğimiz “ışıksız yaya geçitlerinde ilk geçiş
hakkının yayalara tanınması ve yayaların da güvenli geçiş alanları olarak yaya
geçitlerini benimsemesi”, kentlilik kültürümüzün güçlenmesinde büyük öneme
sahiptir.
Araçlar yerine insana saygıyı öne alan #önceyaya
uygulamaları, kentlerimizde hayatın akışını en yakından gözlemlediğimiz caddelerimizde yeterince
görünür olursa, “insana ve kurallara saygı” unsurunun oradan sokaklara ve
nihayet ofislerimize, evlerimize, diğer mekânlara ve yaşantımızın her alanına
aktığını göreceğiz. Böylece caddelerimizin ve kentlerimizin, birbirimize “saygı”
duymanın güzelliğinin yaşandığı güven ve dayanışma ortamlarına dönüşmesi
hızlanacaktır.
Burada hepimize görev düşüyor.
Baki Karaçay
0 yorum:
Yorum Gönder